24 Nisan 2012

DA VİNCİ'NİN YAPILACAKLAR LİSTESİ



En akılda kalabilecek şeyleri bile rahatlıkla unuttuğum için bir not defteri edinmiştim bir kaç ay önce. Evet, hem ciddi derecede unutkanım hem de bir çok insanın antika olarak nitelendirebileceği bir düşünce yapım var. Şu dijital dünyanın içinde kalem ve kağıt kullanmanın zevkine varabileceğim bir şeyler bulmaya çalışıyorum; "çaresiz içimdeki çocuk." Ufak not kağıtları, gazete kenarları, kitap sayfaları, fatura arkaları vs. o an aklıma gelmiş mevzularla dolu hep. Daha telefonun ajandasına bir tane "yapılacak" kaydetmiş değilim. 


Gariptir belki ama ruh haline bağlı olarak el yazısının biçim değiştirdiğine inanıyorum ben. Anlık duygusal değişimlerin elde bir takım titreşimlere neden olduğunu ve onun yazıya yansıdığını düşünüyorum. Dolayısıyla aldığım bir notu iki gün sonra incelediğimde, o gün nasıl bir ruh hali içinde olduğumu, gergin, mutlu ya da telaşlı olup olmadığımı anlayabiliyorum. Bu açıdan, "kağıt üzerine kalemle yazı yazmak" çok değerli benim için. Konumuzla hiç alakası yok aslında, ben not almaktan bahsediyordum...  


Ben bu haberi okuyalı çok uzun bir süre oldu; Da Vinci'nin günlüklerinde yer alan yapılacaklar listesini yani. Ne var ki, "bunu yazarım ben" diye düşünüp, unutmamak için not aldığım not defterini nereye koyduğumu unutunca yazı da gecikmiş oldu. Sabırla şeytanın getirmesini bekledim sonra. Nihayet dün, satamadığını ve çalışma masasında duran kitap yığının arkasına saklamış olduğunu fark ettim.  


Da Vinci, 1510 yılına ait defterinde, Çakıl'a yaş mama almaktan, aşı tarihinden, ilaç saatlerinden, ödenecek faturalardan, okunması gereken kitaplardan, izlenmesi gereken filmlerden, yazılması gereken konulardan, çekim fikirlerinden falan bahsetmiyor tabii benim gibi. Gayet muhteşem olan çizimleri arasına, gayet ciddi notlar düşüyor; 
  • bir kafatası bul 
  • anatomi kitabı al 
  • beyin zarını incele 
  • timsah çenesini tanımla

Seyahate çıkarken yanına alması gerekenler yine çalışmaları ile ilgili;
  • pense
  • neşter
  • kemik testeresi

Çarşıya çıkmadan önce hazırladığı alışveriş listesi ona keza;
  • tebeşir
  • kara kalem
  • kağıt

Çalışma azmi, hayatını bilim ve sanata adamış olması şu maddelerden bile belli. Kaldı ki müthiş dehası ile ortaya çıkan şaheserleri hepimiz biliyoruz.

Vee tahmin edeceğiniz gibi, yandaki de benim not defterim; 
Nasıl çaresiz nasıl ihtişamsız... Görüldüğü üzre çöp adam dahi çizemiyorum. Kaldı ki burada kendimle Leonardo'yu kıyaslamıyorum; unutkanlık için not almanın önemine ve deftere kalemle yazı yazmanın keyfine vurgu yapmaya çalışıyorum. 

Bu sayfalardaki notları tutarken, Mayıs'ta yapacağım bir düğün çekimi için konsept oluşturmaya çalışıyordum. Aslında fotoğraf çekmeden önce plan yapmak gayet saçma. Çünkü çevre koşulları, model halleri, ortam durumu sürekli bir değişim halinde olduğu için milyon tane olasılıkla karşı karşıya kalabiliyorsunuz. Üstelik iyi fotoğraf çekebilmek, en başta iyi görmekle mümkün. Yine de önceden, ufak da olsa üzerinde düşünmek, aklınıza gelen orijinal fikirleri o anda hatırlayabilmek amacıyla not almak hem büyük kolaylık sağlayacak hem de sonradan "tüh şöyle de çekecektim" diye dövünmenize engel olacaktır.  

Bu notları alırken aklımda bir sürü çekim fikri vardı ve birini yazarken diğerini unutmamak için çok seri olmaya çalışıyordum. Yazıdaki karmaşa telaşlı olduğumu anlatıyor zaten. Hee çizimleri sadece ben anlayabiliyorum, o ayrı...


Özetle not tutmak iyidir; unutkanlık, parmak ve akıl çalıştırmak için... Bilimsel çalışmalarla ilgili olması ya da alışveriş listesi olması önemli değil. İçeriği ne olursa olsun, o listedeki maddeleri yaptıkça yanlarına tik atmak ya da üstlerini çizmek tuhaf bir psikolojik rahatlamaya yol açıyor, deneyiniz. Ayrıca, konuyla çok alakalı olmamakla birlikte, "The Bucket List" muhteşem bir filmdir, izleyiniz...

Sevgiler
Saygılar...

18 Nisan 2012

SAĞANAK YAĞIŞLI



Bence bu sene bahar gelmeyecek. 
Ayrıca yağmur içerideyken güzel...


Tam da bugün, "beyaz ceketimle açık ayakkabılarımı giyerim ben artık" diye düşünüyordum oysa ki. An itibariyle İzmir'i seller götürüyor. Çakıl da benim gibi çok şaşkın bu durum karşısında...


18 Nisan 2012/ İzmir


Olsun, kızlarla keyifli bir yemek beni bekler... 
Doğum günün kutlu olsun Ayçaaaaaa :)




Sevgiler...

14 Nisan 2012

THE WET PLATE PROJECT


Fotoğrafın ilklerinden, bulunuşundan, çıkış noktasından falan bahsetmiştim geçen gün. Anlattıklarım 1800'lü yıllara aitti. Bugün nette gezinirken bir fotoğrafçı ile karşılaştım. Fotoğraf kelimesinin daha telaffuz bile edilmediği yıllardan 200 küsür yıl sonra, bugün.

Dijital çağın getirmiş olduğu kolaylıklardan ve artık çok da orijinal sayılmayan teknolojilerden sıkılmış olacak ki, eskiyi geri çağırmaya karar vermiş. Karanlık kutuyu modern çağa sürükleyerek müthiş işlere imza atmış. Elinde fotoğraf makinesi olan bir çok insanın bu kutuyla ilgili hiç bir fikri olmadığı için "günümüz için son derece orijinal bir çalışma" diyebiliriz. Fotoğrafın bulunuşu ile ilgili okuduğum onca şey ve hayalimde oluşturduğum, onlara ait görüntüler, hazırladığı videonun içinde fazlasıyla mevcut; karanlık kutu, levha, kullanılan kimyasallar, levhanın hazırlanması, pozlama süreci...

Ortaya çıkan işlerdeki doku, renk ve detay farklılıkları gerçekten müthiş... Çok büyük levhalar kullandığı için ortaya devasa boyutta fotoğraflar çıkmış, dolayısıyla izlemesi çok çok daha keyifli... Bu videoyu izlemenizi şiddetle öneririm;  http://www.youtube.com/watch?v=tSpkyAUZWUk&feature=share



Videonun sonunda da söylediği gibi; "Ian Ruther aslında bir zaman makinesi yapmış." Tebrik ediyoruz... Ayrıca polaroid falan da çekiyor, blogunda var...



Ee analog candır zaten.
Bak ben de şimdi emektar makinemi özledim...

Sevgiler
Saygılar...




DOISNEAU


İyi ki doğmuşsun Robert Doisneau!
Yoksa biz, o müthiş bakış açınla yakaladığın bu eşsiz anlara asla tanıklık edemezdik...




''Hayatı olduğu gibi değil,olmasını istediğim gibi fotoğraflıyorum'' / Robert Doisneau


Sevgiler
Saygılar...

13 Nisan 2012

FOTOĞRAFIN İLKLERİ ÜZERİNE



İlk Fotoğraf;




Hayır, benim çektiğim ilk fotoğraf değil. 1827 yılında Niépce çekmiş bunu, Le Gras'daki evinin penceresinden. Aslında bir fotoğraf değil "heliography" (güneş ile çizmek). Ancak "yüzey üzerine, optik yoluyla resmedilmiş ve kaydedilmiş ilk görüntü" olması nedeniyle ilk fotoğraf olarak anılıyor.  


Peki Niépce neyin peşindeydi? Neden arkadaşları gibi bir görüntüyü çizerek yüzeye kaydetmek yerine doğrudan kaydetmeye çalışmıştı? Cevap gayet basit aslında; 
"Adamın çizim yeteneği yokmuş ve para kazanması gerekiyormuş..."


O yıllarda resim çoğaltmak için kullanılan bir teknik var; Lithography (taşbaskı). Niepce de kardeşiyle birlikte bu işle ilgileniyor. Ancak bu gravür çoğaltma işi için taş yüzeyine çizim yapmak gerekiyor ve maalesef ki Niepce bu konuda yeterli beceriye sahip değil. Yapılan çizimler doğrudan sanatçı yeteneği ile alakalı olduğu için adamımızın elinden de bir şey gelmiyor; çizimlerini kimse satın almıyor. Artık nasıl çiziyorsa? Çöp adamı da o yaratmış olabilir mesela, bilemiorum... Bu yüzden aslanım Niepce üstün olduğu özelliklerini kullanarak başka bir yöntem bulmaya karar veriyor ve düşünüyor; Yüzey üzerine çizim yapmadan görüntüyü nasıl resmederim? 


Camera Obscura (karanlık kutu)  geleneğinden hareketle, optik ve kimya alanlarında yaptığı yüzlerce çalışma sonrasında 1827 yılının güneşli bir gününde istediği sonuca ulaşıyor;
"Artık bir mercek sistemi ve diyafram açıklığına sahip olan karanlık kutu" içinde 8 saat pozlanmış, yahuda bitümü maddesiyle kaplı bir levha üzerinde, penceresinden görünen ahır ve sağda solda birer yapı. 

*
O 8 saat, nasıl bir sabırsızlıkla bekledi kim bilir, sonucu görünce ne biçim sevindi... Bir de kardeşi neredeydi acaba o sırada? 
*


Bundan 2 yıl sonra Niépce, şahane insan Daguerre ile tanışıyor ve birlikte 4 yıl çalışıyorlar. 1933 yılında, ölümünün ardından işleri devralan Daguerre, çalışıp, didinip heliography yi geliştirdikçe geliştiriyor ve 1937 yılında gerçekleştirdiği buluşuna Daguerreotype adını veriyor (bunun parantez içinde, latinceden türkçeye çevrilmiş bir anlamı yok tabii, adam yapıştırmış işte ismini). Bu fotoğraf da tekniği ve içeriği ile göz dolduran bir daugerreotype eseri; 


(Tapınak Bulvarından Görünüm, Paris, 1833 ya da 1839)

Bu fotoğrafın çok çok önemli bir başka tarafı var aslında; sol alt kısımda, ağaçlı yolun başında görünen karartılar... Tarihte ilk kez fotoğrafı çekilen insanlar; bir ayakkabı boyacısı ve müşterisi;


(fotoğraf detayı)

*
Meşhur oldular, haberleri yok... Ne üzerine konuşuyorlardı acaba, o anın ölümsüzleşeceğini bilselerdi ne hissederlerdi?
*

Sonuç olarak "İlkler önemlidir"
İşin ucunda adını tarihe altın harflerle kazımak var böyle işte, fotoğrafın tarihsel sürecinden bahsederken adı anılan ilk kişiler olmak var... Pes etmediğiniz için minnettar size dünya. Gerçi biz şu anda "Canoncular ve Nikoncular" olarak ikiye ayrılmış durumdayız ama... Olsun. :)


Sevgiler
Saygılar...









12 Nisan 2012

ZAMAN MAKİNESİ no:4


Gümüşlük / Temmuz 2011



Tam şu anda, tam burada olmak istiyorum.

Yine soğudu İzmir...

9 Nisan 2012

MUYBRIDGE



9 Nisan 1930 doğumlu İngiliz fotoğrafçı.
Doğum günü çocuğu...


Kendisiyle geçen hafta, harıl harıl "hareketli görüntünün tarihi" çalışırken karşılaştım. Ne acayip bir öyküsü var dedim, üstelik tanıştığıma da çok memnun oldum... Bugün google a tıkladığım karşımda koşan bir atın hareketlerini gösteren doodle ı görünce "aaaa" dedim, "bu benim sınav sorum Eadweard J. Muybridge değil mi?" Ta kendisi...


O'nu bu kadar önemli kılan; sinemanın keşfine giden yolda belki de bilmeden attığı o büyük adım (hareketli görüntüler sekansı). Çok da ilgi çekici bir hikayesi var üstelik;


Genç yaşlarında İngiltere'den Amerika'ya göç eden bu adam, San Francisco'da fotoğrafçı olarak çalışırken "hayvan ve insan hareketlerini çözümlemek" amacıyla çektiği karelerle ün kazanıyor. O'nu bu kareleri çekmeye iten ise tamamen bir tesadüfün sonucu. İlgi çekici olan kısım tam da burası işte;


1982 yılında, California valisi Leland Stanford ile arkadaşı Dr. John D. Isaas bir iddiaya tutuştu;
"Tırıs giden bir atın ayaklarının yerden kesildiği bir an var mıdır yoksa bir ayak her durumda yere değer mi?" Artık o sıralarda Muybridge sağda solda manzara fotoğrafları çekiyor ya, ordan tanıyorlarsa heralde, koşa koşa ona giderek bu iddiayı bilimsel deneylerle kanıtlaması istediler.


Muybridge düşündü, taşındı. Yıl 1982, malum "seri çekim" henüz piyasada yok. Nasıl yapacak da atın her hareket anını kaydedecek? Çalıştı didindi ve sonra saniyenin çok küçük dilimlerinde (1/500 sn.) pozlama yapan örtücüye sahip bir fotoğraf makinesi geliştirdi. Daha sonra 12 adet makineyi atın koşacağı mekana paralel şekilde, bir dizi halinde yerleştirdi ve her bir makinenin örtücüsünü hareket ettirecek çekim düğmesinden koşu pistine ip çekti (ki bu hareket beni çok duygulandırmış, "ne özveri bu arkadaş" dememe neden olmuştur.) Koşan at her bir ipi kopardığında, ipe bağlı olan her bir makine o anı pozlayacaktı. Sonuç olarak öyle de oldu ve uzun uğraşlar sonucunda oluşturduğu bu deney istediği sonucu verdi; atın dört ayağının da yerden kesildiği bir an vardı. İddiayı Stanford kazandı...


Peki bundan sonra ne oldu?


Kaybeden Isaas, Stanford'a ne almış bilmiyorum (belki bir at almıştır) ama Muybridge hızla çalışmalarına devam etti. 1978'e kadar makine teknolojisini geliştirdi ve stereoskopik görüntü sağlayan çift objektifli fotoğraf makinesi ile sn. de 1/1000 örtücü hızına ulaşarak atın koşusunun 24 fotoğrafını çekmeyi başardı. Amacı sadece hareketi çözümlemek ve canlı hareketin anlarını fotoğraflamaktı belki ama çektiği bu seri fotoğraflar ilk kez kaydedilen bir hareketli görüntüler sekansıydı...


Muybridge bununla da kalmayıp, çalışmalarının son döneminde, bu hareketli görüntüleri perdede yansıtmak amacıyla bir aygıt geliştirdi. (1879, Zoopraxiscope) Bu aygıt, perdede gerçek bir hareketin fotoğraf tekniği ile resmedilmiş anlarından oluşan ve görmenin sürekliliği kuralına (ağ tabakası izlenimi; hani şu muhteşem göz kusurumuz; en az 16 kareyi art arda izlediğimizde oluşan hareketli görüntü algısı) bağlı bir hareket yanılsaması oluşturdu. Sonuç olarak Muybridge, insanlık için yepyeni bir eğlence ortamının oluşması için gereken temelleri attı ki bundan yaklaşık 6 yıl sonra Eastman ın film şeridi ve ondan 5 yıl sonra Edison'un Kinetograph ı ( ve Kinetoscope) ile bu temel çok katlı bir bina haline geldi. 1895 yılında bu binaya kat çıkmaya karar veren akıllı Lumiere Kardeşler Cinematographe ı tasarlayarak voleyi vurup kırmızı kurdelayı kestiler. 


Sonrası iyilik güzellik işte; mis gibi sinema keyfi... Yağmurlu bir pazar günü, battaniyenin altına girip kahve yudumlayarak film izleme klişesi, boş zaman eğlencesi, romantik zamanlar başlangıcı... Gerçi adam sinemayı keşfetmedi tabii, Lumiere  biraderlerin hakkını yemeyelim. Vesile olmuş, zincirleme bir reaksiyon başlatmış. İlk adım hep çok önemli değil mi?


 Happy birthday Muybridge! 182. doğum günün kutlu olsun...
 İnsanlık sana minnettar, esaslı adammışsın...


P.S: İlk adım dedim ama bu adımın çok daha öncesi var, taa duvarlara kazınan figürlere kadar gider. Orası ayrı...


Sevgiler
Saygılar...

İKİNCİ BAHAR

"Yine mi güzeliz, yine mi çiçek?
  Hamdolsun..."




Ruhun şad olsun Meral Okay...


İzmir/Mart 2012

4 Nisan 2012

PINTEREST

Uçsuz bucaksız görsel dehlizlerinde kaybolup, fikirden fikire koşuyor, dört tarafınızı çeviren ilhamlar yüzünden kafanız allak bullak oluyor, hangi "board" a hangi görseli tıkıştıracağınıza karar veremiyorsunuz... Öyle bir yer işte burası. 


Yapan arkadaşları takdir ediyor ve sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum. Zira orda burda gezinirken görüp, hoşuma giden görselleri kopyalayıp, klasör klasör arşiv yapmaya çalışmaktan iki bilgisayarımda da ufacık bir boşluk dahi kalmamıştı. Harddiski de filmler ve dizilerle doldurmak var malum... Yaşasın Pinterest!


Bana çok keyif vermesinin en önemli nedeni sanırım "biriktirme ve koleksiyon" tutkum. Ayrıca kişisel ilgi alanlarınıza göre paylaştığınız görseller ve hatta altına verdiğiniz linkler ile kendi tanıtımınızı yapmak da mümkün. Bir kaç hafta önce, kullanım koşullarında, yüklenen görsellerin haklarının siteye geçtiğine ve bunları her şekilde kullabileceklerine dair bir madde olması kullanıcıları ayaklandırmış ve her yerde "pinterest; change your terms or we're  leaving." görselleri görmeye başlamıştım. Neyse ki bir süre sonra yapılan itirazlar sonuç verdi ve "satabiliriz" ibaresi kaldırıldı.


Boşa harcayacağınız zamanınız varsa girin bir gezinin derim. Zamanın nasıl geçtiğini anlamayacaksınız... Ancak ortamda kadın egemenliği hüküm sürmekte; gelinlikler, aksesuarlar, tencereler, tavalar, ayakkabılar,çiçekler, kurdelalar vs. havada uçuşuyor. Zaten o pinterest amblemi de gayet feminen görünmüştü gözüme... Önceden uyarayım da "bu nasıl dünya arkadaş" demeyin...


 Bu da benimkisi. İyi eğlenceler!





İzmir / Mart 2012


P.S: Bu "uç uç böcüğü" de pinterest başlıklı yazının fotoğrafı olsun, kırmızı kırmızı.:) Bu fotoğrafı çekerken çok eğlendik bu arada, söylemeden edemeyeceğim...

Sevgiler...

KIRIK

Aklım almıyor bazı insan hallerini; 


Hararetli bir tartışmanın ortasında, konuşma sırası tam size gelmişken, anlatacaklarınız varken, nedenler sunacakken, açıklama yapacakken belki "karşınızdaki insanın sizi dinlememesi" mesela... Siz onun söyleyeceklerini sabırla dinlemişseniz bir de, o saygıyı hak ettiğini düşünmüşsünüz üstelik... Zaten tartışmanın mantığı karşılıklı olması değil mi? Ne acayip bir durum; "eşya yerine konulmak". O an vazoyum ben sehpadaki, yerdeki halı, karşıda duran televizyon gibi. Herkes yaşamış ya da yaşıyordur mutlaka. Hatta "ben saksı değilim" diye haykıran bir adet ünlümüz vardı bizim, söz verilmiyor ona hiç diye delirmişti. Adama hak vermemek imkansız gibi bir şey... 


Sonra kendini vazgeçilmez sananlar var mesela, her şeyin en iyisine layık olduğunu düşünenler ya da her şeyin en  doğrusunu ben bilirim kişileri... Yaptığı iş ondan sorulur, en son sözü o söyler, her konuda bilgisi vardır, en doğrusu hep onun yaptığıdır... Siz ağzınızı açmaya korkarsınız, fikrinizi söylemeye hakkınız yoktur, vesaire... En çekilmez insan tipi. Uzak durun, nefesinizi boşa harcamayın hiç. Einstein olsanız kar etmeyecek nasılsa...


Hep benim istediğim olsun diyenler de mevcut tabii, dünya onun etrafında dönsün isteyenler. Çevresindekilere bundan nasıl fayda sağlarım diye bakan, uğruna yaptığınız onca şeyi görmezden gelip, istediğini yapmadığınızda size anında sırtını çeviren tipler... Vefadan, dostluktan, sevgiden, saygıdan bihaber olanlar hani... Bunların kadın cinsi hiç çekilmez mesela... Onlar için "aklımın almadığı insan halleri" başlığından çok daha fazlasını düşünmekteyim ama susacağım. Lakin çok uzun zaman önce öğrendim, "bencilliğin tedavisinin olmadığını." 


Hazır "nasıl insan bunlar ya" mevzusundayken yargıçları da anmadan geçmeyeyim. Bildiğimiz yargıçlar değil bunlar ama yanlış anlaşılma olmasın. Şu sizi hiç dinlemeden etmeden, anında yargılayanlar var ya, kendine bunu görev edinmiş olanlar. İlginç tür gerçekten... Neyse ki bu türün davranış biçimi sadece tek bir kişiye özel değil. Bunlar genellikle çevrelerindeki herkese bu şekilde davranıyorlar. O yüzden fazla ciddiye almamak lazım. 


Arkasına bakmadan bırakıp gidenler hakkında hiç yorum yapmayacağım. Bununla ilgili tek bir görüntü var zaten gözlerimin önünde; Bir sokak, tam karşımda ufak bir çay ocağı, sadece çay yapmıyorlar içeride ama karşıdaki adliyeden isterlerse diye fotokopi falan da çekiyorlar, büfe görevi de var ayrıca... Sarmaşıklar sarkıyor alçak damından, kirlenmiş plastik sandalyeleri var... Neyse ne; daha bunun gibi bir çok detayı mevcut zihnimde. Üzerinden 10 yıl geçti ama hala dün gibi anımsıyorum. Çünkü bir saat boyunca gözlerimi dikip o görüntüyü izledim kımıldamadan. Soluma dönsem bırakıp gidenin arkasından bakıyor olacaktım, bakmadım. Gideceğini bildiğin birini izlemek kadar mantıksız ne olabilir ki. Sarmaşıklar yeşildi bir de, bahardı demek ki... Bu eylemi anlamsız bir insan hali olarak görmemin çok mantıklı bir sebebi var tabii ki; kırık bir aşk hikayesi değildi...


Aslında bu yazı "kırılan bir kalbin ne kadar acıyabileceği" üzerine olacaktı. Ancak sayfayı açana kadar geçen sürede, acı yerini belli belirsiz bir sızıya bıraktı. Bir süre sonra insan bu anlamsızlıklar karşısında pes ediyor çünkü. Düşünmeyi, anlam yüklemeye çalışmayı, "neden bana bunu söyledi şimdi, hak etmedim ki" diye yakınmayı bırakıyor. Sessizce kabul ediyorsun sadece, içinde silik bir umut, değişir diyorsun; "değişir dünya, değişir hayat, değişir insan..." Çünkü "değişmeyen tek şey değişimin kendisidir" demiş adamın biri, sen de "haklı valla" deyip inanmışsın. Yok öyle bir dünya dostum. Huy değişmiyor, insan değişmiyor. Akıl gelişiyor belki ama içinde değişmesi gerekenlerle birlikte... "7sinde 77sinde" mevzusu da buradan çıkma zaten. Ne varsa benim atalarımda var işte...


Velhasıl; "Kalp kırılıyor ve acıyor." 
Gerçi "kırık olsa duramazdım, çıkık o" belki ama... 
Hiç emin değilim ben işte...


fotoğraf buradan ...





P.S: Bu yazıda geçen olaylar ve kişiler gayet gerçektir. Ancak ben "insan halleri" diyerek durumları fazla yüzeysel ele almış olabilirim. Zira dünyada kaç milyar insan varsa o kadar da insan hali var; "insanlar çeşit çeşit" değil mi ama? (Genellemenin "dibine vura vura"...)




Sevgiler
Saygılar

2 Nisan 2012

ZAMAN MAKİNESİ no:3

Tam şu anda, tam şu ana gitmek istiyorum;


24 Mart 2012 / Kuşadası

Malum sınav haftam. Çalışmam gereken 7 adet dersim ve toplam 5 günüm var... Bu sebeple, "güzel hava, sakin deniz, sessiz kumsal" hayallerimi bir kenara bırakıyor ve hemen önümde duran kitap yığınına doğru yöneliyorum.

Sevgiler...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...